
Yani diyorum, insan olmak bu kadar zor muydu?
Teknolojinin, uzay mekiklerinin, onca gücün ve tabii ki paranın kutsandığı şu zaman diliminde insan olmaya yatırım yapılmadı. Pagan, yani putperest bir algıyla yönetildi insanlık; kutsallarımız değişti.
Sadece parayı ve dünyayı tüketmedik bu tüketim çılgınlığında; herkes kendi dilinde kelimeleri de tüketti. Dünya haritasına bakarken önümüzde hep sınırlarla çizilmiş ülkeleri gördük ve sınırın öteki tarafını bir başkası olarak algıladık. Oysa aynı Güneş’in altında ısınıyor, aynı yağmurun altında ıslanıyorduk. Yüreğimizin çarpım katsayısı da aynıydı, derilerimizin farkına rağmen.
Yokluğun fotoğrafını görmezden gelip varlığı resmettik tuvallerimize. Kelimeler, pratiğimizde anlamlarını yitirdi. Eylemlerimiz, söylemlerimizi çiğneyip geçiyordu, onca çektiğimiz nutuklara rağmen. Görünmeyen zincirlere bağlı nice insanın feryadı hep öteki olarak kaldı kulaklarımızda. Çekilen acıların ızdırabı ile yanıp tutuşan insanlar, fotoğraf makinelerinin kadrajlarında sadece bir kare, gazetelerde basit bir haber oldu.
Oysa çekilen her acının, her yok oluşun bir öcü olacaktı. Rabbimizin buyurduğu gibi: “Bu günler, insanlar arasında dolaştırılır.” Ya biz değişecektik ya da bu değişim ve dönüşümün içinde yok olup gidecektik.
“Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışının geçersiz olduğunu, günü geldiğinde anlayacaktık. Ama belki de vakit çoktan geçmiş olacaktı.
Önümüzde, etiyle, kemiğiyle ve kanıyla duran bir tarih vardı. Bir de bizi insan olmaya çağıran onca peygamberin ilahi sedası... Öyleyse bu çağrılara kör, sağır ve dilsiz kalmama erdemini göstermek zorundaydık.
Yoksa çekilen her acının, her yok oluşun bir öcü olacaktı.