ÜMMET
"İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk (ümmet) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."(Al-i İmrân 3/104). Ümmet tabiri burada “topluma önderlik edecek olan grup” anlamına gelmektedir. "Ey rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz tevbeleri kabul eden, merhameti bol olan yalnız sensin."(Bakara 2/128). Ümmet (çoğulu ümem), çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan özelliklerin veya ortak menfaat ve ideallerin ya da din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir araya getirdiği insan topluluğunu ifade eder. Dinî anlamda bir peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup kavimler topluluğuna ümmet denir. Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, hıristiyan ümmeti gibi. Yüce Allah müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, onlara iyiliği emredecek, onları kötülükten sakındıracak, insanları İslâm’a çağıracak bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir. Müfessirler müslümanların böyle bir kurumu oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde, görevin özelliğine göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün müslümanlar bu ihmalden dolayı sorumlu olurlar (Elmalılı, II, 1155).
"İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık..."(Bakara 2/143). Allah, müslümanları “vasat bir ümmet” yapmıştır. “Sırât-ı müstakîm”in, “her türlü eğrilik, aşırılık ve sapıklıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, ılımlı ve dengeli bir yol, bir inanç ve yaşama biçimi” anlamına geldiği bilinmektedir. Vasat ümmet de aynı şekilde “ifrat (aşırılık)ve tefritlerden (gericilik) korunarak inancında, ahlâkında, her türlü tutum ve davranışlarında doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisinde kalmayı başaran dengeli, sağduyulu, ölçülü, insaflı ve uyumlu nesil, toplum” anlamına gelir. Buradaki “vasat” kelimesi, “hem maddî ve bedensel tutkulara kapılmaktan, zevk ve sefahate dalmaktan hem de bedensel ve dünyevî ihtiyaçları büsbütün reddederek bir tür ruhbanlık hayatına kendini kaptırmaktan korunan” şeklinde de açıklanmıştır. İslâm’dan önceki dönemlerde genellikle yahudiler ve müşrik Araplar gibi bazı toplumlar mâneviyattan büsbütün uzaklaşarak dünyevîleşmişler, materyalist bir hayat anlayışına sapmışlardı. Hıristiyanlar, Mecûsîler ve çeşitli Hint tarikatlarına mensup olanlar gibi bazı topluluklar da dünyevî ve bedensel lezzetlere büsbütün sırt çevirerek kendilerini koyu bir ruhaniyete kaptırmışlardı. İşte İslâm dini bütün bu aşırılıkları reddederek ılımlı ve dengeli bir din ve dünya anlayışı getirdi; bu anlayışa uygun bir toplum yapısı gerçekleştirdi. (Kur'an Yolu Tefsiri).
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır."(Al-i İmrân 3/110). Bu âyet, iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden müslümanların başlıca özelliklerini saymaktadır. Müslümanlar Allah’a iman ederler. Aynı zamanda peygambere, kitaba, âhiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman esaslarına inanırlar. Müslümanlar güzel ahlâka sahiptirler; iyiliği emreder, kötülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. İman etmek ve salih amel sahibi olmak, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mûtedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmayı hak etmek demektir. Nitekim Bakara sûresinin 143. âyetinde “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık” buyurulmuştur. Yani yüce Allah müminleri dengeli, uyumlu, mûtedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Hz. Peygamber güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamber olduğu gibi (el-Muvatta’, “Hüsnü’l-huluk”, 8), ümmeti de bu ahlâkı yaşamak, insanlığa öğretmek ve yaşatmak için görevlendirilmiş en hayırlı ümmettir. Nitekim Hz. Peygamber ümmetinin “en hayırlı ümmet” olduğunu vurgulamıştır (İbn Kesîr, II, 77-86).
Kur’an’da da geçtiği gibi gerçek anlamda bir ümmet olmanın belirleyici vasıfları iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hak ve adaleti gerçekleştirmek, insanlığa şahit olmak, önder, öncü ve lider olmaktır. Elmalılı ümmet kavramını şöyle açıklanmıştır: "Ümmet, imam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet imameti kübra sahibi cemaattir. Cemaatlere göre ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal gruptur. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) teşkili, müslümanların imandan sonra ilk dini farizalardır. Bu farizayı yerine getirebilen müslümanlardır ki (ulaike humu'l-muflihun-İşte kurtuluşa erenler onlardır. (Bakara 2/5) ayeti gereğince kurtuluşa ererler. Yoksa "ancak müslümanlar olarak ölün!" (Ali imrân 3/102) ayetinin manası müşkil ve imkansız olur."(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 1, s. 419). "Bir zamanlar Rabbi İbrahim´i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!) dedi. Allah: Ahdim zalimlere erişmez (onlar için söz vermem) buyurdu." (Bakara 2/124). Hz. İbrahim'e verilen ve O’nun da soyu için istediği önderlik böyle bir önderliktir. Âdil bir önderliktir. Zaten âyetin sonunda Allah zalimlere önderlik vermem diyor. Zulüm imamete, önderliğe engeldir. Allah’ın istediği önderlik âdil önderliktir.
Kur’an’ın ifadesiyle İslâm ümmeti bir bütündür ve Kur’an etrafında birlik, beraberlik oluşturmaktadırlar. Zaten ümmet, belli bir inanç, ideal, ülkü ve dünya görüşü etrafında birleşen topluluk demektir. İslâm literatüründe ümmet kavramı daha çok İslâm’a gönül vermiş müslüman toplumunu ifade eder. Bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü birer üyesidir. Müslümanların imamı, önderi Hz.Muhammed (sav), kitapları Kur’ân-ı Kerim, vatanı İslâm'ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri İslâm’ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şâhitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır. İslâm ümmeti, siyasi yönden güç sahibi olduğu yerlere İslâm diyarı (Dâru’l-İslâm) adını verir ve İslâm’ın bütün yönleriyle ancak böyle yerlerde tam olarak yaşanabileceğini bilir. Dolayısıyla mücadelesi de, böyle bir yeri varsa korumak, yoksa oluşturmak için gayret etmektir. Dinin bütünüyle yaşaması için devlet, güç gereklidir. İslâm sadece bireysel olarak yaşanacak bir din değildir. Bu nedenle müslümanların bir an önce birlik ve beraberliklerini olusturmaları çok önemli ve öncelikli bir görevdir.
Tarih boyunca bütün dinler tahrif edilmiş, kavramları ile oynanmış, içi boşaltılmış ve yaşanmaz hale getirilmiştir. Bunun tek istisnası son din İslâm’dır. Aslında ilâhî dinlerin hepsi İslâm'dır. Allah’ın Hz. Adem'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar gönderdiği dinin adı İslâm’dır. Ancak sonradan farklı isimlendirilmeler yapılmıştır. Hâlbuki Allâh'ın gönderdiği din tektir ve onun ismi de İslâm’dır. Hz. Muhammed’e gönderilen din ile İslâm dinî tamamlanmıştır. Bu nedenle tamamlanmış dinin korumasını bizzat Allah üstlenmiştir. Çünkü gerçek, doğru dinin yaşaması insanlık ve evren için gereklidir. Müslümanların gerçek dine dönme imkanı her zaman vardır. Hz. Muhammed öncesi dinlerin böyle bir imkanı yoktur. Zira kitabın aslı ortada yoktur. Doğru, adâlet üzerine birlik olur, yanlış ve zulüm üzerine birlik ve beraberlik olmaz. Bugün İslâm ümmeti; ideolojiler, gruplar, siyasî rejimler ve emperyalizm yüzünden parçalanmıştır. Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile siyasî iktidar ya işgalcilerin elinde ya da İslâm’dan yüz çevirmiş mürtedlerin kontrolündedir. Müslümanlar arasına çizilen sınırlar ise doğal değildir; sömürgeci işgalciler tarafından çizilmiş sun'i sınırlardır. İslâm ümmetinin yaşadığı coğrafyaya tabiî olmayan sınırları çizenler, müslümanların kafalarına da benzer sınırlar çizip onları iyice parçalamak, böylece onların üzerindeki sömürülerini sürdürmek istemektedirler.
Müslümanların bu sınırları kaldırıp Kur'an ve sahih sünnet çerçevesinde birlik ve beraberlik olusturmaları bir zarurettir. İzzet ve şerefli bir şekilde yaşamak ancak özgür olmakla mümkündür. Özgürlüğün, hak ve adâletin olmadığı yerlerden zalimler, zulumlerini rahatlıkla uygulayacaklar ve insanların onurunu, izzetini rencide edeceklerdir. Bir insan onurunu korumakla yükümlüdür. Onurunu kaybeden her şeyini kaybetmiştir. Allah müminlerin izzetli, şerefli olduğunu (Münafikun 63/8) vurgulamıştır. Müminlerin izzet ve şerefini takınması gerekir. Bu ise güçlü kudretli olmakla sağlanır. Parçalanıp, firka ve gruplara ayrıldıkları zaman güçlerini kaybeder ve düşmanların oyuncağı olurlar. "Allah ve resulüne itaat edin, birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir."(Enfâl 8/46). Birlikten güç doğar. Ayrılık insanları güç ve kuvvetten düşürür ve düşmanların oyuncağı haline getirir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
İslâm dininde tevhid ilkesi, Allah’ın varlığı ve birliği ilkesinden sonra en önemli ilkelerinden biri, belki de en önemlisi vahdet, ümmetin birliği ilkesidir. Allah’ı bir, peygamberi bir, kitabı bir, kıblesi bir olan insanların bir ve beraber olmaması akıl alır gibi değildir. Ancak bugün İslâm dünyası bölük pörçük, darmadağınık bir durumdadır. Bunun en önemli nedeni herkesin kendi meşrep ve mezhebini en doğru kâbul etmesi, hatta din yerine koymasıdır. Hâlbuki hiç bir anlayış, mezhep dinin yerine konulamaz. Din Allah’ın ilkeleri ve kurallarıdır, dolayısıyla doğrudur ve mükemmeldir. Halbuki mezhep ve meşrep insanların anlayışları ve yorumlarıdır, dolayısıyla hatalı ve eksik olması her zaman mümkündür. Bu nedenle ortak noktalarda birleşmek, hiçbir anlayış ve görüşü kesin doğru olarak görüp dinin yerine koymamak gerekir. Önemli ve öncelikli olan dinin kuralları ve ümmetin menfaatleri olmalıdır. Şahsi çıkar ve menfaatler öne çıkarıldığı zaman birlik ve beraberliğin oluşması mümkün değildir. Birlik ve beraberlik ancak ortak noktalar öne çıkarılarak sağlanabilir.


