SEM'A

24 Nisan 2025 18:59 Boğaziçi Eğitim Derneği 410

Sem'a (işitme) kelimesi kulakların bir kuvvetidir ki, onunla sesler anlaşılır/idrak edilir. Sem'a kulakların fiilidir

SEM'A

(İşitmek, İdrak etmek)

Sem'a (işitme) kelimesi kulakların bir kuvvetidir ki, onunla sesler anlaşılır/idrak edilir. Sem'a kulakların fiilidir. (Rağıb, el-Mevarıd, 8.342). Sem'a kelimesi Kur'an'da bazen "kulaklar" anlamında kullanılmıştır: "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını (sem'ihim) mühürlemiştir. (Bakara, 2/7). Bazen kulakların fiili olan "işitmek" anlamında kullanılmıştır: “Çünkü onlar (meleklerin sözlerini, vahyi) işitmekten (anis semi) uzaklaştırılmışlardır " (Şuara, 26/212). Bazen de fehm, anlamak ve bazen de itaat etmek anlamında kullanılmıştır: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, işittik derler. "istesek biz de bunun gibisini söyleriz. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir." (Enfal, 8/31) ayetinde fehim/anlamak manasında kullanılmıştır. "İşitmedikleri halde" "işittik" diyenler gibi olmayın.'' (Enfal, 8/21) ayetinde ise sem'a (işitmek) itaat etmek anlamında kullanılmıştır.

Son ayeti kerimede Yüce Allah "işitmedikleri halde" "işittik diyen gibi olmayın" buyurmaktadır. Bu ayetin bir öncesinde ise: "Ey iman edenler, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin, işittiğiniz halde ondan dönmeyin" (Enfal, 8/20) buyrulmaktadır. Demek ki, işitmekten maksat, gerçeği, hakkı idrak edip kabûl etmek, iman etmektir. Elbette ki kâfirler de sesleri işitiyorlar. Ancak işittiklerine karşı şartlı yaklaştıklarından dolayı elbette ki onların gerçeği kavramaları mümkün olmamaktadır. Hülasa, Kur'an-ı Kerim her şeye ibretle bakmamızı emrediyor. Zira tabiattaki her olay, her şey bir işaret ve alamet yani ayettir. O halde ayetler üzerinde düşünmek ve o ayetlerin işaret ettiği şeyi, varlığı bilmek, anlamak gerekmektedir. Yeryüzündeki her şey bir sebep ve hikmete binaen yaratılmıştır. Hiçbir şey sebepsiz ve hikmetsiz yaratılmamıştır. Aslolan da eşyanın sebep ve hikmetini anlamaktır.

Kur'an, duyularla aklı birbirine pek sıkı bağlamış ve her ikisine de önem vermiştir. Duyusu olmayanın düşünemeyeceğini belirtmiştir: " ... Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akledemezler."  (Bakara 2/171). Duyuları olup da düşünmeyenin duyularından istifade edemediği ortaya çıkınca artık onların duyularının yok olduğunu kabul eder. Bu gibi kimseler bakıp da görmeyen kimselerdir. "Sana bakıp durduklarını görürsün, oysa onlar görmezler." (A'raf, 7/198). Kur'an duyuları olduğu halde hakikati kavrayamayan sağır, dilsiz, kör ve akılsızların nasıl bir varlık olduğunu da ortaya koymakta tereddüt etmez ve onları tam bir hayvan, hatta daha da sapık olarak nitelendirir. "Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır."(A'raf 7/179).

Kur’an-ı Kerîm’de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber –hepsi de “akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında olmak üzere– çeşitli fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle birlikte fuâd (çoğulu ef‘ide), lüb (çoğulu elbâb), basîret (çoğulu basâir) kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re’y, tedebbür, tefekkür, i‘tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu âyetlerde daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; kezâ insanlığın var oluşundan âkıbetinin ne olacağına varıncaya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat –konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi– Allah insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Âyet birinci derecede Hz. Peygamber’in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.(Kur'an Yolu Tefsiri).

Şayet kulak vermiş (nesmeu) veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!” diye de ilâve ederler."(Mülk 67/10). Âyette dünyada peygamberin çağrısına ve uyarılarına kulak tıkayıp inkâr ve isyanlarını sürdürmekte direnenlere, yarın kıyamet gününde, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” (Mülk 67/8) diye sorulacağını bildiren ifade aslında yaşayanlar için bir uyarıdır. Mülk sûresi 9-11. âyetler o gün iş işten geçtikten sonra değil, fakat bugün fırsat eldeyken o uyarıya kulak vermek, yani peygamberi tanımak, ayrıca Allah’ın insanlığa büyük lutfu olan aklı ve diğer bilgi imkânlarını da kullanarak hak ve hidayet yolunu bulmak gerektiğine, ebedî kurtuluşun ancak bu sayede kazanılabileceğine işaret etmektedir: Dinlemek ve Akletmek. Doğruyu hakkı bulmanın en önemli belki yegâne yolu. İnsan ya başkasını dinleyecek ki, burada herkesin dinlenebileceği sonucunun çıkarmak mümkündür. Ancak dinledikten sonra akletmek, olayı değerlendirmek, kritiğini yapmak, iyi ve doğru olanı alıp uygulamak gerekiyor. Değerlendirmeden almak veya reddetmek doğru değildir. Bu şekilde doğruyu, hakkı tespit etmek mümkün değildir. Tesbiti yapılamayan bir şeyin yaşanması zaten mümkün olmamaktadır. "Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır." (Zümer 39z/18). Önce dinlemek sonra kabûl veya reddetmek doğru olandır.

Akıl insanın bir kabiliyetidir; ancak en önemli kabiliyetidir. Yalnız kendi başına çalıştığı zaman, yani duyularla elde ettiği bilgilerden, verilerden hareket etmediği zaman spekülatif (kurgu, bilimkurgu, fantezi, korku, tuhaf kurgu, yani gerçek olmayan) kalır. Akıl insanın diğer kabiliyetleri ve bilgi aktları ile birlikte çalışırsa sıhhatli neticeler ortaya koyar. Çünkü insan bir davranışında, bir bilgi aktının gerçekleşmesinde bütünü ile vardır. İnsanın tek tek kabiliyetlerinin yalnız başlarına bir başarıya ulaşamayacağını bilen Cenab-ı Allah, insanın ayrı ayrı kabiliyetlerine değil kabiliyetlerinin toplamına hitab etmiştir. İslam insanı sürekli bir bütün olarak değerlendirir. İslami hüküm, emir ve nehiyler insanın bütününe hitap edecek şekilde düzenlenmiştir. İnsanın maddi yönüne hitap ederken manevi/ruhi yönünü ihmal etmemiş, yine manevi yönüne hitap ederken de maddi yönünü ihmal etmemiştir. Zira insan maddi ve manevi yönleriyle bir bütündür. Bir yönü doyurulup bir yönü ihmal edilir, boş bırakılırsa mutlaka aksamalar baş gösterir ve sonuç anarşi olur.

Bu yüzden Kur'an akla hitap ederken, salt akla hitap etmemiştir. Duyularla ve bilgi kaynaklarıyla beraber akla hitap etmiştir. Zira akıl, - daha önce de belirttiğimiz gibi- ancak verilerden, bilgilerden yani bir malzemeden hareketle sonuca ulaşabilir. Şayet malzemesiz harekete kalkışırsa ulaştığı sonuç aklın bir fonksiyonu değil hevanın, istek ve arzuların fonksiyonudur. (Bakınız Akıl Heva Ayrımı yazımıza). Bilindiği gibi Yüce Allah'ın insanı yaratacağını bildirmesi ve bu varlığın evren içerisindeki konumunu belirtmesi üzerine melekler de şeytan da bu konuda akıl yürütmüş ve bir sonuca varmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de Âdem (a.s)'in yaratılışı gündeme getirilirken bu iki akıl yürütmenin söz konusu edilmesi dikkat çekicidir, Melekler akıl yürütürken malzemeyi doğru seçmiş fakat eksik bir bilgiden hareket ettikleri için yanlış bir sonuca varmışlardı. Âdem, kendisinden önce yeryüzüne hâkim olan varlıkların -muhtemelen cinlerin- halifesi olduğuna göre o da onlar gibi kan dökecek ve bozgunculuk yapacaktı. Ancak Âdem'in diğer bir özelliği vardı ve o da isimler bilgisi konusunda daha ileri bir seviyede olmasıydı. Düşünmek, bilgi üretmek özelliğiydi bu. Bu yönüyle, yerine halife olduğu varlıkların ilerisindeydi. Meleklerin itirazına karşılık bu yönüyle meleklerle yarıştırılmış ve onun bu özelliği kendilerine gösterilmiştir.

Bu nedenle akılla ilgili tartışmalarda aklın bağımsız olup olmayacağına bakmaktan çok, onun bağımlılığının niteliğine ve menşeine bakmak daha uygun olur. Kur'an'da tasvir edilen Hz. İbrahim ile puta tapıcı kavmi arasındaki mücadelenin (Enbiya, 21/51-70) anahtar terimleri “bağımlı akıl” ve “vicdan” konuları etrafında dönüp dolaşır. Bu olayda mantık ve akıl bakımından doğruluğun bilgisine ulaşan ve üstelik bu doğruluk vicdanları (enfüsihim) tarafından da teyit gören kavim, bir anda ve bütün bunlara rağmen eski hallere dönüşün trajik örneğini sergiler. "Sonra kendi kendilerine dönüp, Asıl haktan ayrılanlar sizlersiniz! dediler. Sonra yine başlarını öne eğerek Bunların konuşamayacağını pekâlâ biliyorsun dediler."(Enbiya, 21/64-65). Hz. İbrahim, Hayır dedi, Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun! deyince bir an yanlış yaptıklarının farkına varıp, Asıl haktan ayrılanlar sizlersiniz! dediler. Ancak bunun etkisi uzun sürmedi. Sonra Bunların konuşamayacağını pekâlâ biliyorsun  diyerek eski alışkanlıklarına tekrar döndüler. Aslında insan özgür ve şartlanmadan olaylara baktığında gerçeği görüyor. Ancak heva ve heveslerinin etkisiyle hareket edince, gerçeği görse bile reddedebiliyor.

Planı ve inşası bir başkası tarafından tasarlanıp yapılmış bir evde (dünya) yaşayan insanların her biri, evin mimari mantığında içkin olan planın kendilerine tanıdığı imkânlar ölçüsünde yaşar ve amaca uygun yaşama düzenine ulaştıkları durumda kendilerini aşan anlam ve amaca uyum sağlamış olurlar. Bu, bizim gururumuza dokunsa bile ne yapalım ki, içinde belirli bir süre (ecel-i müsemma) yaşama durumunda olduğumuz kâinat evini biz planlamadık ve kendi planımıza göre de inşa etmedik. Şu halde, mimarın tasarımında saklı evrensel amaca aykırı bir hayat tasarımı geliştirip dikte edemeyiz. Eğer aklı insana verilmiş ontolojik bir imkân şeklinde tanımlamak mümkünse, insanın davranışlarını yönlendiren yargıların teşekkül etmesinde önemli roller oynayan bu meleke/yetiye "verili akıl" diyebiliriz. (Ali Bulaç, a.g.e., s.37). İslam düşünce geleneğinin önde gelen akımlarından Kelam, Mutezile ve Selefiyeye göre bu verili akıl insana özgüdür ve insanla birlikte vardır; Meşşâi ve Sûfi bakış açısından ise akıl insana özgü olmakla birlikte ontolojik kökeni itibariyle insandan önce ve hatta varlık âleminin varoluş düzeylerine çıkmasından önce de vardı. Çünkü bu her iki akıma göre Allahın yarattığı şey İlk Akıl (el-Aklül-Evvel) dır. (Azizuddin Nesefi, insan-ı Kamil, s.101).

Bütün bu tanımlama ve açıklamalardan da anlaşıldığı gibi akıl insana verilmiş en önemli bir kabiliyettir. Ve akıl ancak malzemelerden yola çıkarak hüküm ve sonuçlara ulaşabilir. Eğer malzeme doğru ve sağlıklı olursa elbette ki aklın da ulaşacağı sonuç ve hükümler sağlıklı olacaktır. Malzeme yanlış ise elbette ki sonuç haliyle yanlış olacaktır. Şayet akıl ışığını sağlam bir kaynaktan alırsa ki buda vahiydir; o zaman sonuç elbette ki sağlıklı, doğru ve sıhhatli olacaktır. Eğer akıl, malzemesiz hareket etmeye kalkar, sonuç ve hükümlere ulaşmaya çalışırsa bu -daha önce de belirttiğimiz gibi- aklın fonksiyonu değil, heva ve hevesin fonksiyonu olur. Böyle yapan ise aklını heva ve hevesine mahkûm etmiş olur. Böyle bir aklın doğruyu bulması mümkün değildir. Gerçeği bulmak olay ve eşyaya şartlanmadan yaklaşmak, olayı olduğu gibi değerlendirmek gerekmektedir. Şartlanmış bir bakış açısı ile doğruyu ve hakikati bulmak mümkün olmamaktadır.

 

 

Yorum Ekle

İlk Yorumlayan Siz Olun!
  • Etiketler
Boğaziçi Eğitim Derneği

Boğaziği Eğitim Derneği Kurumsal Web sitesi.

Boğaziçi Eğitim Derneği

İstiklal Mah. Hamikoğlu Sok. No:16
44320 Battalgazi / Malatya

Dernek Yazılımı: Medya İnternet™ - Dernek Sitesi Kulga © Tüm Hakları Saklıdır.