MÜNKER

Sözlükte, “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak” gibi mânalar taşıyan nükr veya nekâret kökünden gelen münker ise “tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir. (DİA). Münkerin kökü olan nekr ve ondan türeyen inkâr, görmezlikten gelmek veya görememektir. İnkârın zıddı irfandır ki onun esasını bilmek, bilebilmek oluşturur.
Sözlükte, “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak” gibi mânalar taşıyan nükr veya nekâret kökünden gelen münker ise “tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir. (DİA). Münkerin kökü olan nekr ve ondan türeyen inkâr, görmezlikten gelmek veya görememektir. İnkârın zıddı irfandır ki onun esasını bilmek, bilebilmek oluşturur. Bu bakımdan, Râgıb'ın da işaret ettiği gibi, her inkârda biraz cehalet vardır. Ve bunun için olacak ki, Kur'an, şirk de dahil, tüm sapıklıkların temelinde bilgisizliği görür ve kendisine karşı çıkanları cehaletle suçlar. Münker, güzeli ve iyiyi görmezlikten gelmeye dayanan davranış, tutum ve sözdür. Râgıb onu, "Sağlıklı aklın, çirkinliğine hükmettiği veya güzel olup olmadığında kuşku duyduğu fiil" diye tanıtmıştır. Kur'an'ın verileriyle dilin verilerini birleştirirsek münkeri, Elmalılı'nın şu cümlesiyle tanımlayabiliriz: "Dinin ve geleneğin tanımadığı şey." (Kuran-ın Temel Kavramları 2, Yaşar Nuri Öztürk).
Münker, İslâm'da yasaklanan haram ve mekruh fiilleri kapsamına alır. İnkâr mastarından ism-i mef'ul olup; "inkâr edilen, karşı çıkılan, reddedilen" anlamlarına gelir. Kur'an-ı Kerim'de münkerin daha kötü ve çirkin olan kısmı için "fahşâ" terimi kullanılır. Fahşâ; çirkinlikler, zina gibi şehvetle ilgili aşırı günahlar demektir. Türkçede "fuhşiyât" bu anlamı ifade eder. Bunlar insanların en çirkin halleridir. Allah'u Teâlâ Kur'an'da mü'minleri ma'rufu emretmeye ve münkeri yasaklamaya çağırarak şöyle buyurur: "Sizden iyiliği (ma'rufu) emreden ve kötülüğü (münkeri) yasaklayan bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Ali İmran, 3/104). İnsanları hem dînen hem de aklen yasak olan münkerden nehyetmesi, müslümanın en önemli görevlerinden biridir. Bu görev yerine getirilmediği takdirde, yeryüzü fesada uğrar, tefrika çıkar ve tebliğ müessesesi zaafa uğrar. Allah Teâlâ münkerden nehyetme ve dolayısıyla ma'rufu emretme görevini terk eden topluluğu alçaltır. İnsanoğlu ne zaman münkeri nehyetmeyi bırakırsa, Allah'ın şu ayette buyurduğu gibi, münkeri emretmeye başlarlar. "Kim, şeytanın adımlarına uyarsa, şüphesiz o (şeytan) fuhşiyâtı ve münkeri emreder" (Nûr, 24/21).
İslâm toplumunun sağlıklı bir yapıya kavuşup bu halinin devamını sağlamak için "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" esasını getirmiştir. Bir İslâm toplumunda, müslüman, daima iyi, güzel ve hayırlı olan işlerin yanındadır. Kötü, çirkin ve zararlı olan işlerin de tabii olarak karşısında bulunur. Böylece, İslâm toplumunda kendiliğinden iyilikler güç bulur ve yayılır. Kötülükler ise güçlenme imkânı bulamaz. İnananların nitelikleri bir âyette şöyle belirlenir: "İnanan erkek ve kadınlar birbirinin dostudurlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ise nehyederler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. İşte Allah, onlara rahmet edecektir" (Tevbe, 9/71). "İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı. İşledikleri kötülükten (münker) birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi! " (Mâide, 5/78-79). Bu âyette ise, tarihte İsrailoğullarının, işlemekte oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmamaları, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzünden lânete uğradıkları bildirilir. Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah (sav) şöyle belirlemiştir: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir" (Müslim, İman, 20).
İslâm toplumunda bir kötülüğe karşı gelmeyi gerektiren şartlar şunlardır: 1). Fiil gerçekten kötü olmalıdır. Bunun ölçüsü ise, iş ve hareketin İslâm nazarında sakıncalı ve kötü olmasıdır. Münker terimi, ma'siyet teriminden daha kapsamlıdır. Şöyle ki; bir kimse, bir çocuğun veya akıl hastasının içki içtiğini görse, buna engel olmaya çalışması gerekir. Yine bir akıl hastası hırsızlık yapıyor iken görülse men edilir. Halbuki bu fiiller çocuk veya akıl hastası için ma'siyet değildir. Münker, büyük günahlara hâs bir terim de değildir. Bu yüzden, umûmî banyoda avret yerini açmak, kimsenin bulunmadığı yerde yabancı bir kadınla yalnız kalmak veya ona ısrarla bakmak gibi küçük günahların hepsi de münkerdir. 2). Kötülüğün bir araştırma ve tecessüs olmaksızın açık olması gerekir. Evinde her hangi bir günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı tutan bir kimsenin ma'siyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek, özelini öğrenmek için izinsiz yaşadığı yere girmek, araştırmak, dinlemek ve baskın yapmak caiz olmadığı gibi, başkalarının günahlarını anlatmak da caiz değildir. "Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir bölümü (yani başkasını kötü zannetme) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden her hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz, değil mi? Allah'tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir" (Hucurât, 49/12). 3). Münkerin ictihada dayalı bir kötülük olmaması gerekir. İctihada dayalı bir konuda uyarıcılık yapılamaz. Meselâ; Hanefi mezhebinden olan bir kimse, "keler" veya "sırtlan" eti yahut besmelesiz kesilen bir hayvanın etini yiyen bir Şâfiî'ye; "Sen niçin bunları yiyorsun? Bunlar haramdır" diye müdahale edemez, etmemelidir. Çünkü bu sayılanlar Şâfiîlere göre helâldir. Yine, Şâfiî mezhebine mensup bir kimsenin zevi'l-erham denilen hala, teyze, dayı ve ana cihetinden amca gibi hısımların mirasını yiyen veya komşuluk şüf'asıyla aldığı bir evde oturan bir Hanefîye karşı uyarıcılık yapma yetkisi bulunmaz. (Hamdi Döndüren, Münker). Helâl veya mübah olduğu tartışmalı olan konularda değil, kesin yasak olan konularda uyarıcılık yapılmalıdır. Ayrıca uyarı uygun bir şekilde, muhatabı rencide etmeden yapılmalıdır.
İslâm dini inançta, zihniyette, gelenek ve göreneklerde esaslı değişiklik ve yenilikler yaptığı için özellikle ma‘rûf ve münkerin tariflerini veren dinî eserlerde şeriata uygunluk ölçüsü ön plana çıkarılmıştır. Câhiliye döneminde bir eylemin ma‘rûf veya münker sayılmasının temel ölçüsü bu eylemin kabile geleneklerine uygun düşüp düşmeme keyfiyetiydi. Gelenek ve göreneklerin dinî ölçülerle uyuşması şartıyla bu ilişki İslâmî dönemde de devam ettirilmiş; daha çok edep, hikmet ve ahlâk literatüründe olmak üzere İslâm dininin getirdiği hayat tarzına, görgü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar ma‘rûf, uygun olmayanlar da münker sayılmıştır. Ancak bilhassa kelâm tartışmalarının başlamasıyla ma‘rûf ve münkerin tesbitinde gelenek ve göreneklerden ziyade akıl ve şeriat ölçüleri üzerinde durulduğu görülür. Gelenek ve görenekler İslâm'a uygun ise devam ettirilir, aykırı ise reddedilir. Zaten İslâm'a aykırı olan gelenekler, akla da, evrensel kabullere de aykırıdır.
Kötülüğe engel olmanın dereceleri: 1). Kötülüğü tarif etmek ve tanıtmak. Kişi bazen bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Halbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan, güzel bir üslupla ve iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmak da, ayıbı açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek, onu üzmek vardır. Zira müslümanı incitmek caiz değildir. Kanı, kan veya sidikle yıkayan kimse akıllılardan sayılmaz. Bir kimse, kötülükten menediyorum diyerek, mü'minlere eza ederse, daha büyük kötülük yapmış, günah kazanmış olur. 2). İyilikle nasihat etmek ve Allah'ın azabıyla korkutmak gerekir. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, müslümanların gıybeti gibi kötü söz ve fiilleri işleyen kimselere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir. 3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrar belirtileri görülen kimselere karşı uygulanır. İbrahim (a.s)'in puta tapanlara karşı kullandığı şu üslup buna örnek gösterilebilir: "Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınıza! Düşünmez misiniz?" (Enbiyâ, 21/67). 4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi toplum fertleri için yalnız kişiyi kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak görevi vardır. Kişi bundan daha ileri gidemez. Güç kullanarak kötülüğü engellemek ve gerektiğinde suç işleyenlere ta'zîr veya had cezalarını uygulamak, idareci ve yöneticilere aittir.
Kur’ân da ma‘rûf ve münker kelimeleri dokuz âyette “ma‘rûfu emretme, münkeri nehyetme” anlamına gelen ifade kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma‘rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yoluna gidilmemesi, ma‘rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü (vâcip. Burada vâcip gerekli, zorunlu mânasında kullanılmıştır) veya tavsiyeye şayan bulduğu (mendup), münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir. İslâmî kaynaklar iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faaliyeti, Kur’an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker şeklinde formülleştirmişler, kitap, sünnet ve icmâa dayanarak bu faaliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir.
Kur'an, kötüyü ve şerri, münker gibi genel bir kavramın çerçevesi içine çekmek, güzeli ve hayrı da mâruf gibi yine genel bir kavram altında vermekle, insanoğlunun ürettiği tüm çirkinlikleri ret, tüm güzellikleri kabul eden ve insanlık mirasını bir bütün olarak değerlendiren bir evrensellik sergilemiştir. Güzel ve iyi gibi, çirkin ve kötü de iklime ve bölgeye bağlı tutulmamıştır. Bu yüzden Allah'a imanın en belirgin niteliklerinden biri de münkere karşı çıkmak, mârufu özendirmektir. "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."(Ali İmran, 3/104). "Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır."(Ali İmran, 3/110). Mü’minin vasfı, özelliği iyiliği emredip kötülüğü engellemektir. Kötülük üreten insanlarda bu, tersine işler. Onlar, münkere çağırır, mâruftan uzaklaştırırlar. "Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği engellerler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları rahmetinden mahrum bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir."(Tevbe, 9/67). Bu karanlık üreten kötü ruhlar, güzel ve iyi söz konusu olduğunda yüzlerinde münker beliren varlıklardır. "Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, inkârcıların yüzlerindeki hoşnutsuzluğu hemen farkedersin. Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracaklar. Onlara de ki: “Şimdi size bundan daha vahim, kötü olanı haber vereyim mi? Cehennem! Allah onu inkâr edenler için belirledi. Ne kötü bir sondur o! ”. (Hac, 22/72).
"Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor." (Nahl, 16/90). Mü'min, müslüman kişi münkere karşı olmak, mârufu destekleyip yaymakla, Yaratıcı Kudret'in fiiline bir katılım sergiler. Çünkü Allah'ın vasıflarından biri de münkerden uzaklaştırmaktır. (16/90). Allah'ın öfkelendiği en kötü tavırlardan biri de münkerin yapılmasına seyirci kalmak, onun yapılmasından rahatsız olmamaktır. Bu hal, insan olmanın onuruna indirilen en büyük bir darbe, varoluş, yaratılış amacının inkârıdır. Ehlikitap din temsilcileri, özellikle Yahudi din bilginleri, bu yüzden lanete uğramışlardır. Kur'an onların bu tavrını çok çirkin bir tavır olarak nitelendirir: "İşledikleri münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Ne kötü şeydi yapmayı sürdürdükleri." (Mâide, 5/79)
Münkerden alıkoymamak, bireyi, toplumu ve giderek evrensel birliği zedeleyen ve dünyayı karmaşa ve ıstıraba iten bir felakettir. Bu felaketin temelinde "Bana ne!", "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "Beni ilgilendirmez" anlayışının yattığını ve bu anlayışın bir insanlık suçu sergilediğini söyleyebiliriz. Çünkü neme lazım anlayışı kişiyi pasifize edip etkisiz kıldığı gibi toplumda kötülüğün yaygınlaşmasına neden olur. Konuyu çok veciz bir şekilde anlatan hadisinde Hz. Peygamber bir gemi istiaresi kullanıyor. Gemi, toplum veya tüm insanlık dünyasıdır. Bu hadisteki benzetme şöyledir: "Gemideki topluluk su ihtiyacını güvertedeki su deposundan gidermektedir. Ancak, güvertede oturanlardan bazıları su almak için aşağı katlardan gelenleri horlamaya, kovmaya başlarlar. Ötekiler de bu kötü harekete seyirci kalırlar. Bir süre sonra, alt kattakiler derler ki: "Azar işitmektense, geminin dibini delelim, suyu doğrudan nehirden alalım!" Ve gemiyi dipten delerler ve su alırlar. Ne var ki, gemi su dolmaya başlar ve bir süre sonra da batar. Hz . Peygamber, bunun ardından şöyle diyor: "Eğer yukarıdakiler, geminin dibini delerek su alanlara engel olsalardı su alımını engelleyenleri durdursa, yani münkere karşı çıksalardı bu sonuç doğmazdı." (Buharî, şirket 6, şehâdât 30; Tirmizî, fiten 12). Kötülüğe engel olmadığımız zaman bu suça ortak olduğumuzu unutmayalım. Kötülük yaygınlaştığı zaman toplumdaki herkes bu kötülükten zarar görmektedir.
"Sizden önceki toplumlar içinde yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek birikimli kimseler (ulu bakıyye) bulunsaydı ya! Onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kesim bunu yaptı. Zulmedenlerse içinde şımartıldıkları refahın peşine düşüp günahkâr oldular."(Hud, 11/116). Bu âyette helâk olduğu bildirilen kavimlerin helâk oluş sebepleri genel olarak ifade edilmekte ve kötülüklerin yok olması için toplumda fazilet sahibi kimselerin çoğalması ve bunların kötülükleri önlemeye çalışmasının gereğine işaret edilmektedir. Kötülüğün yaygınlaştığı toplumlarda ahlâkî endişelere yer vermeyen çoğunluk, refahın getirdiği şımarıklıkla zevklerinin peşine düşerek günaha gömülmüşler, uyarıcılıra değil, melelere, şımarık elebaşılara uymuşlardır. Sonuçta Allah’ın gazabını hak eden birçok kavim çeşitli felâketlerle yok olup gitti. Onların bu duruma düşmeleri Allah’ın onlara haksızlık yapması değil, kendi davranışlarının bir sonucudur. Çünkü Allah kötülüklerden vazgeçip durumlarını düzeltmeye çalışanları helâk etmez. Onlar inançlarını ıslah etmek, durumlarını düzeltmek maksadıyla gönderilen peygamberleri tanımadılar, kendilerine verilen fırsatı değerlendirmediler; haksızlık ve yolsuzluklar son derece arttı, artık ilâhî cezanın şartları oluşmuştu, sonunda cezalarını buldular. Bir toplumda iyiliği tavsiye edip kötülüğü önleyecek, hak ve adaleti tesis edecek kimseler bulunduğu sürece o toplum yok olmaz: "Rabbin, halkı iyilik peşinde olan ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hud, 11/117). Bunlar bulunmadığı takdirde o toplumun yok olması mukadderdir.
O halde, münkere karşı çıkmamak, sadece münkeri işleyenleri değil, ona seyirci kalanları da mahveder. Münkere karşı çıkmak, mutlak insanlık borcudur. Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah (s.a.s) şöyle belirlemiştir: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir." (Müslim, İman, 20).